Çok partili hayata geçiş




Cumhuriyetin ilanından önce yeni Türk Devletinin ilk siyasî partisi "Halk Partisi" adı altında (daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi adını aldı) 23 Ekim 1923'de resmen kurulmuştu. Başkanlığına da Mustafa Kemal Atatürk seçilmişti.1945 yılına kadar siyasî parti kurma denemeleri ne yazık ki başarılı olamadı.


İkinci Dünya Savaşının bitiminden sonra çok partili yaşama geçme eğilimi güç kazandı. Bu dönemin ilk siyasî partisi 18 Temmuz 1945'de "Millî Kalkınma Partisi" oldu. Daha sonra da 7 Ocak 1946'da "Demokrat Parti" kuruldu.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde birden fazla partinin katıldığı ilk seçim ise, 21 Temmuz 1946 tarihinde yapıldı. Bu seçimle birlikte çok partili hayat kısa sürede benimsendi.1950 yılına kadar ülkede 25 siyasî parti daha kuruldu.

14 Mayıs 1950'de yapılan seçim sonucunda, 487 milletvekilliğinin 397'sini kazanan Demokrat Parti, 24 yıl kesintisiz iktidarda kalan Cumhuriyet Halk Partisinin yerine iktidara geldi. Demokrat Parti iktidarı, 27 Mayıs 1960'da yapılan askerî darbe ile sona erdi.



ÖNEMLİ OLAYLAR

TERAKKİPERVER CUMHURİYET FIRKASI

İktidarı elinde bulunduran Cumhuriyet Halk Fırkası'na karşı bir muhalefet havası esmeye başlamış, çeşitli yönleriyle şikayetler muhalifler tarafından ortaya çıkarılmıştı. Parti'nin Meclis üzerinde baskı yaptığı iddia ediliyor, bunun kaldırılması isteniyordu. Cumhuriyet Halk Fırkası'ndaki ayrılıklar, 17 Kasım 1924'te Ankara'da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın yani yeni bir partinin doğmasına sebep oldu.

Yeni parti, Meclisin ikinci döneminde Cumhuriyet Halk Fırkası'ndan ayrılan milletvekillerinin katılması ile Meclis içinde kuruldu. Fırka'nın başkanı General Kazım Karabekir, İkinci Başkanı H.Rauf Orbay (eski başbakan) ve genel sekreteri de Ali Fuat Cebesoy'du.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın programı şu esaslara dayanıyordu: Partinin sistemi liberalizm ve halkın hakimiyetidir. Genel olarak hürriyetlere taraftardır, dinsel düşünce ve inançlara saygılıdır. İdari yönden, yerinden yönetimin gerçekleşmesine çalışacaktır. Cumhurbaşkanının, seçiminden sonra milletvekilliği ile ilgisi kesilecektir. Mustafa Kemal Paşa, demokratik düzenin kurulmasını, istediğinden, yeni Partinin kuruluşundan memnun olmuştur. Yeni parti için; "Bırakınız, karşımıza çıksınlar, memleket işlerini münakaşa edelim ve bizim Meclisimizde de iki parti olmalı, hükümeti denetleme sistemi kurulmalı ve medeni ülkelerin parlamentolarına benzemeliyiz" diyordu. Fırka, Mecliste hayli asabi bir hava içinde doğmuş, müzakerelere katılmış, hükümetten çeşitli sorunlar hakkında bilgi istemiştir. Bu sert çekişmeler, özellikle bütçe görüşmeleri sırasında doruğa çıkmıştır. Doğu Anadolu'da patlak veren Şeyh Sait İsyanı, İstiklal Mahkemeleri'nin geniş yetkilerle kurulmasına, Takrir-i Sükun Kanununun çıkmasına sebep olmuştur. İstiklal Mahkemeleri, Terakkiperver Fırka mensuplarının irticai faaliyetleri hakkında hükümeti ikaz etmişler, önce Diyarbakır İstiklal Mahkemesi kendi yetki alanında bulunan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası şubelerinin kapatılmasına karar vermiştir. Hükümet ise, Takrir-i Sükun Kanunu'na dayanarak, 3 Haziran 1925 tarihinde bütün memlekette irticayı tahrik etmesi nedeniyle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılmasını kararlaştırmıştır.

Tek partili rejimleri özleyenler için

Yıllardan beri, 'cuntacılık' ve 'tepeden inmeclik'i, deyiş yerindeyse meslek bilmiş olanların, kendilerini 'Aydınlanmacılık' ve 'Kemalizm' maskesi arkasına gizleyerek yapıp ettiklerinin ne yazık ki, sonu gelecek gibi görünmüyor.

Şimdilerde, öteden beri özleyip hayalini kurdukları rejimi bu defa saklısı gizlisi olmadan açıktan açığa dile getirme cesaretini bulduklarına, baklayı ağızlarından çıkarmaya başladıklarına tanık olunuyor... Türkiye'de demokratik hukuk devleti kurallarının işlediği 1923–1925 yıllarını (işlerine gelmediği için olsa gerek!) yok sayıp atlayarak, Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasal tarihini, neredeyse Takrir–i Sükun Kanunu ile başlatmaya varan bir pervasızlık! Evet, pervasızlık!

'Cuntacı' ve 'tepeden inmeci'liği tescil edilmiş geçmişleriyle, bu zevatın gönlünde yatan Türkiye, Metin Toker'in daha 1950'li yıllarda koyduğu bir teşhisle, 'dikensiz gül bahçesi'dir. Dikensiz, yani muhalefetsiz, susturulmuş, bir Türkiye! Çok partili sivil bir demokrasinin rafa kaldırıldığı bir Türkiye!

Bunlardan birinin, belki de en içten pazarlıklı olanının, 'cuntacı' tabiatına mahsus ihtiyatlılığı bir yana bırakarak, tek parti dönemine övgüler döşenen bir yazısını, ibretle okuduk son günlerde. Bu zat, 'şair, yazar, çizer, ressam ve sanatçıya düşmanlık ne zaman başladı?' diye sorarak girdiği yazısına, 'çok partili rejimden sonra!..' cevabını vererek devam ediyor ve şunları ekliyordu:

'Tek partili rejimde öykücü Memduh Şevket Esendal tek partinin genel sekreteri idi; şair Yahya Kemal İspanya, Yakup Kadri İsviçre'de sefir–i kebir idiler, Nurullah Ataç başbakanlıkta (Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nde olacak. H.Y.) anlı şanlı çevirmendi; Ahmet Hamdi Tanpınar'dan Ahmet Muhip Dıranas'a değin edebiyatımızın nice köşe taşı 'devlet'in baş tacıydı; Reşat Nuri ya maarif müfettişi ya da UNESCO'da temsilciydi.

Say sayabildiğin kadar...

Nazım Hikmet'e ise, 'milli demokratik devrim' yetmiyordu; şair daha aşkın bir sosyalist özlemin peşinde olduğundan başı beladaydı...

Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Ahmed Arif, vb.'nin canına okuyan rejim, tek partili değildir..

Çok partilidir.'

Önce, bu alıntıdaki vahim bilgi yanlışlarından başlayayım. Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin'in hayat hikayelerini bilenler, hem Rıfat Ilgaz'ın hem de Aziz Nesin'in, tek parti döneminde de 'başlarının belaya girdiğini', hem de iyice belaya girdiğini çok iyi bilirler. Dahası, bu akıl yürütme o kadar saçmadır ki, mesela, bu mantıkla, Sabahattin Ali'nin öldürülmesinden, 'çok partili' demokrasiyi sorumlu tutmak gerekecektir!. Öyle ya, Sabahattin Ali öldürüldüğünde Türkiye'de çok partili bir demokrasi yürürlükte olduğuna göre (1948 yılıdır), onun başına gelenlerden de, herhalde, iktidar (yani, CHP) değil, çok partili rejim sorumlu (!) olmalıdır! Ve min'el garaib!

Dahası, 'solcu' geçinen bu zat, Nazım Hikmet'e reva görülenlerin mazur görülebileceğini gizleme gereğini duymuyor. Nazım'ın, 'milli demokratik devrim'le yetinmediği için başı belaya girmiş! 'Aydınlanma Bilgesi' böyle buyuruyor! Bunun anlamı şu: 'Eh, ne yapalım, o da milli demokratik devrimle yetinseydi, kardeşim! O zaman başı belaya girmezdi!..' Mantığa bak, 'sol'dan hizaya gel!

Tek parti dönemine olan hayranlığını dile getiren yazarın, sosyoloji biliminin temel bilgilerine başvurma gereğini duymadığı da anlaşılıyor! Öyle ya, koskoca 'aydınlanma bilgesi'nin sosyolojiye falan ne ihtiyacı olabilir ki? Gene de kendisine, nazikane hatırlatmak zorundayım: Tek parti döneminde el üstünde tutulduklarını söylediği yazar ve şairlerin hepsi, tek parti rejiminin bürokratik ideolojisini taşıyan ya da çarnaçar taşımak zorunda bırakılan, Gramsci'yen anlamda 'organik' aydınlardır: 'Resmî' ideolojisinin taşıyıcısı olan, 'resmi' ideolojiyi yeniden–üreten kimlikler!. 'Tek parti rejimi' bunları, yani devletle bütünleşmiş bu kimlikleri, el üstünde tutmayıp da ne yapacaktı? Elbette 'baş tacı' edecekti! Yakup Kadri'nin büyükelçiliğini ya da Nurullah Ataç'ın Riyaseticumhur baştercümanlığını, tek parti rejiminin erdemine örnek diye göstermek, düpedüz safsatadır; hem de safsatanın dik alası; elhasıl, üzerinde durmaya bile değmez! Martin Heidegger'in Nazi döneminde Freiburg Üniversitesi Rektörlüğü'ne getirilmesi, Hitler'in tek parti yönetiminin düşünürlere ve yazarlara verdiği önemi mi göstermekteydi Allahaşkına? Hadi canım, sen de!

Ama elbette asıl üzerinde durulması gereken, sözü, 'resmi' ideolojik söylemin içinden dile getiren yazar ve şairlerin devlet katında gördükleri itibarı bahane ederek, 'tek partili rejim'e duyulan özlemin dışa vurulmasıdır. Bay 'cuntacı' kimi kandırdığını sanıyor? Gerçek Kemalistler, 'Kemalizmin', 'cuntacılık' anlamına gelmediğini biliyorlar çünkü! 'Aydınlanma devrimi'yse ülkeyi Takrir–i Sükun kanunları ile yönetmek anlamına gelmiyor! Hiç gelmiyor!

Söylemesi bile fazla: 1925'ten beri köprülerin altından çok sular aktı. Türkiye'nin demokratik bir hukuk devleti olmak yolundaki elli küsur yıllık kazanımlarını hiçe sayarak, tek parti rejimi hayalleri kurmak, düpedüz bir ham ervahlıktır. Demokrasi, gerçek anlamda demokrasi, 'sivil' ve elbette 'çoğul' bir yönetimdir. Bunun başka türlüsü de olmaz...

Biraz tarih, biraz sosyoloji ve biraz mantık okur musunuz, lütfen!

Bu blogdaki popüler yayınlar

El Falı Nasıl Bakılır? El Falıyla İlgili Bilinmesi Gerekenler

Osmanlı Devletinin 1. Dünya Savaşında Savaştığı Cepheler